28 Aralık 2009 Pazartesi

{oykusel@googlegroups.com} Can gidiyor canım gidiyor

Yine sıcak bir gündü. Gerçi mevsim itibariyle normaldi bu sıcak hava, nede olsa artık temmuz sonu ağustos başıydı. Üstelik sıcaktan şikâyet edecek en son kişiydi. Sıcağın merkezinden geliyordu. Hayıflandığı bu mevsim sıcağı aslında bir közdü sadece. Ama bunaltmıştı işte bir kere sıcak. Serin bir yer aramaya başladı, fırtınadan kaçıp sığınacak yer arayan gemiler gibi. Sağa sola bakındı ve görmesi çok uzun sürmedi. En karanlık geceyi bile anında sabaha çevirecek o ışığı görmemek ahmaklık olurdu zaten. Koşar adım ona yöneldi, görüp göreceği en beyaz kapıyla karşılaşınca durakladı. Değil içeri girmek kapıya dokunarak bile bu saflığı, güzelliği kirletir miyim diye düşündü. Sonra topladı cesaretini uzattı elini o nuru aralayıp içeri girmek için, dua ederek girdi o güzelliği kirletmemek için.

Aradığından daha serin, daha güvenli bir yerdeydi. Bir o kadarda güzel, eşsiz bir yerdeydi, arayıpta bulamayacağı kadar. Etrafa bakındı. Nerede olduğunu anlamak için değil. Girer girmez anlamışta nerde olduğunu, onun orda olduğunu. Ne kadar sessiz olursa olsun, anında hissediliyordu onun eşsiz varlığı. Etrafa bakındı çünkü inanamıyordu orda olduğuna, onun yanında olduğuna. Rüya olmadığına inanınca onu aramaya başladı, bulması zor olmadı. Her şeyde her yerde olduğu gibi bu nurunda merkezindeydi. Yaklaştı yanına. Bir süre onu seyretti. Saflığına, güzelliğine baktı.


Teknedeki suya baktı. Sakinliğini seyretti birkaç fırça darbesiyle üzerinde kopacak, kopmuş olan fırtınaları düşünerek. Teknedeki suya baktı onu gördü, adını gördü; SU/SUYUN YÜZÜ. Sonra teknenin yanındaki boyalara baktı. Suya atıldıklarında oluşacak renklerin gökteki bulutlar gibi hareket edeceğini düşündü. Suda dalgalanan renklere baktı onu gördü, adını gördü; BULUT GİBİ / BULUTUMSU. Kenarda duran kâğıtlara baktı, bir hamlede yırtılabilecek küçücük bir alevle yok olabilecek bom boş şekilde duran beş para etmeyen kâğıtlar. Suda dans eden renklerle temas ettiklerinde her birinin kazanacağı farklı anlamları düşündü. Aciz, boş, beş para etmeyen kâğıtlara suyla buluşmalarından sonra baktı onu gördü, adını gördü.

Zaten geldiğinden beri adını söyleyip duruyordu sessizce, sanki zikreder gibi. Artık onun bu kadar anlamını gördükten sonra zikrini yüksek sesle yapıp yankılanmasını istedi her yerde. O, su yüzü, suyun yüzü demekti; bazen durgun, sakin bazen dalgalı, fırtınalı ama her daim berrak, saf, insanın en önemli ihtiyacı. O, bulut gibi, bulutumsu demekti; her baktığında farklı bir manada, güzellikte gördüğün, hep ulaşmak istediğin ama parmağının ucunu bile değdiremediğin. O, temas ettiği her şeye birbirinden yeni birbirinden farklı anlamlar katıp, onları acizlikten boşluktan arındırandı. Her yerde yankılansın diye haykırdı adeta adını, zikrini; EBRU !!!

Bunların hepsiydi ebru; su yüzü, suyun yüzü, bulut gibi, bulutumsu, dokunduğu her şeye yeni bir anlam katan. Tüm bunlardan ziyade sanattı o; EBRU SANATI. Hayranlıkla bakmaya devam ederken bu sanata, ustaların onun için söyledikleri söz aklına geldi; " önce AŞK suya düştü " .

Evet, aşk suya düşmüştü. Daha ilk temasta sırılsıklam olmuştu ve bu temasla tertemiz olmuştu, huzur bulmuştu. Su tüm çirkinlikleri yok edip kendi güzelliğini bırakmıştı geride. Böylelikle yerini bulmuştu mana, çünkü bu dünyada arındıran, ruhu temizleyen suydu, onun bir anlamıydı, yani oydu, EBRUydu. Aşk suya düşmüştü, düşmeliydi. Hiç yoksa arınmak, temizlenmek için.

O, öyle bir sanattı ki onunla uğraşmak, onunla konuşup onun lisanıyla hasbi hal etmek özveri isterdi, sabır isterdi, zaman isterdi. Yani kısaca sevgi isterdi. Nasıl bir sevgi ya da ne demekti sevgi? Yıllar önce vermişti cevabını büyük bir ustanın satırından yeşilçamın sultanı "Sevgi neydi? Sevgi iyilikti dostluktu SEVGİ EMEKTİ" diyerek. Evet, bu sevgi emekti, emek demekti, emek isterdi. Çünkü o, çünkü EBRU yoklukta varlığı bulma işi, kimsenin bilmediği zahmetli geçen bir zamanın kıymetli bir ana dönüşmesi idi.

Durdu kendini dinledi bir süre, hazır olup olmadığını anlamak istedi. Çok uzun sürmedi kararını vermesi, zaten bu bir karar verme değildi sadece onay vermekti kararı daha ilk gördüğü anda vermişti çünkü. Hazırdı emek vermeye, hazırdı tüm emeğini sarf etmeye, zaten değerdi her türlü emeğe.

Sessizce yaklaştı tekneye, kâğıda baktı, boyaya suya. Ona baktı sanki ilk kez görmüş gibi çarpılmışçasına ve o an ustalar yeniden geldiler aklına eksik kalmasın diye dediklerinde. Demişlerdi ya "önce AŞK suya düştü" diye. Evet önce peki ya sonra? Sonra… " sonra SU aşka yenik düştü " dedi ustalar. Durdu, yutkundu iç çekti. Aşk suya düşmüştü düşmesine ama su aşka yenik düşmüş müydü? Neyse dedi, emek verecekti artık ne olursa olsun demişti. Boyaları suya serpmeye başladı her renk ayrı bir güzellikte dalgalanırken teknede, uzandı bir kâğıda, EBRU sayesinde anlam kazansın diye. Ama renklerin ahenginden, Onun oluşturduğu güzellikten gözünü alamıyordu, bakmaya doyamıyordu. Bu manzarayı anlatmaya dili dönmeyince yardım aldı bir yazardan, satırlarından;

" ...Sana bakmak
Suya bakmaktır
Gördüğün suretten utanmak
Sana bakmak
Bütün rastlantıları reddedip
Bir mucizeyi anlamaktır
Sana bakmak
ALLAH'A İANMAKTIR !!!"

Bu güzellik başka nasıl ifade edilirdi ki, tüm yaratılmışlarda olduğu gibi O da O'nun güzelliğinin bir parçasıydı, suretiydi. Varlığının deliliydi. Kâğıdı suyla buluşturmak üzereydi tüm bunları düşünürken, o anda şimşekler çaktı olduğu yerde donup kaldı. Yeni bir anlamını fark etti EBRUnun. Ustaların eserlerini düşündü, ebruyla yapılıp anlam kazanan eserleri. Ebruyla yapılan bir gül sadece gül değildi mesela. O gül evrenin yaratılma sebebini temsil ediyordu. O gül Hz. Muhammed'İ (s.a.v) çağrıştırıyordu. Ya ebruyla yapılan lale? Lalede eğilen dallarıyla Allah'a (c.c) yakarıyordu ebru sayesinde anlam katılan kâğıtta. İşte bir anlamı daha. Tüm anlamlarından daha güzel bir anlamdı bu; EBRUnun İLAHİ ANLAMI.

O anda kâğıdı yerine bıraktı, geriye çekilmeye başladı. Bu yeni anlamda yeri yoktu. Lakabı engeldi buna. Belki kendisi olmasa da ya da gerçekten oydu belki, engel olan lakabını düşündü; ŞEYTAN. Tüm güzelliklerde tüm iyiliklerde yeri yoktu şeytanın. Hele ilahi anlamlarda, manalarda hiç yeri yoktu. Değilmiki vaktiyle kovulmuştu ilahi huzurdan, lanetlenmişti. Kibrine, gururuna esir düşüp isyan etmişti. Ebedi azapla baş başa kalmıştı. Aslında beklide kovulmasına sebep olan o kibri, gururu kendini beğenmesinden değil kıskançlığından meydana gelmişti. Sevdiğini paylaşmak istememişti, ilahi huzuru paylaşmak istememişti. Belkide bu cümleleri düşünmek, yazmak bile büyük günahtı. Ama dağılmıştı bir kere, kendinde değildi.

Geri çekilmeye devam etti. Hakkı yoktu bu güzelliği kirletmeye. Biran önce dönüp kapanmalıydı yalnızlığına, kaderine. Şeytandı ebediyen yalnızdı, ebediyen yanacaktı mevsim sıcağından bunalmıştı ama ondan kat be kat daha kavurucu olan sıcaklara mahkûmdu, en acı verenine, yürek yakanına mahkûmdu. Teşekkür etti içinden sessizce o eşsiz sanata, zaman olarak kısa ama mana olarak çok çok uzun olan bu serinliğe kendisini kabul ettiği için. Döndü arkasını, yalnızlığına gitmek için nurdan kapıya yöneldi. Adımlarını atarken odada uzaklardan gelip yankılanan ölümsüz bir ses ona lisan oldu, onu ifade etti, ona eşlik etti;


" İşte gidiyorum
Bir şey demeden
Arkamı dönmeden
Şikâyet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum
Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde
Yürüyorum sanki senin yanında
Sesin uzaklaşır her bir adımda
Ayak izim kalmadan gidiyorum
Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı
Gönül kuşu şarkıdan yorulmadı
Bana kimse sen gibi sarılmadı
Işığımız sönmeden gidiyorum "


Ağır ağır yöneldi kapıya odanın her yerinde çınlayan sesle her mısrada çektiği, çekeceği azap daha da artarak. Avutmaya çalıştı kendini kapıya yaklaştıkça, olsun dedi "ziyanı yok gülüşü yeter bize" yıllar önceki o filmden başka bir repliği çalarak. İşi buydu çalmak, çırpmak, bozmak. Boş yere vermemişlerdi şeytan lakabını.

Artık kapıya gelmişti. İçeri girerken kirletmekten korkup tereddüt edip girmekte zorlandığı gibi şimdide çıkmakta, odayı, ONU terk etmekte zorlanıyordu. Ama hayır her ne kadar lakabı şeytan olsa da o şeytan değildi. Onun gibi bencil hiç değildi. Burada kalıp o ilahi sanatı kirletmeye hiç hakkı yoktu. Çekmeliydi cezasını, dönmeliydi yalnızlığına.

Elini uzattı kapıya, dönüp bir kere daha bakarken o eşsiz SANATA aydınlandı o karanlık dünyası birden, şimşekler çaktı, yıldırımlar nereye vuracaklarını şaşırdı heyecanla. Eli havada kaldı. Mademki EBRU ilahi bir sanattı, bir nevi ilahi bir kapıydı, en büyük ahmaklıktı ondan ayrı kalmak o kapıyı bırakıp başka kapılar aramak. Ne yapmış olursa olsun, ne kadar kötülük etmişse de kendisine yüz çevirmeyecek tek kapıydı ilahi kapı, hakkıyla tövbe ettikten sonra üstüne üstlük tövbe eden ŞEYTAN bile olsa.

Sevinçle gözleri parladı zaten ona dönmüş olan bakışları artık sabitlenmişti. Biraz önce kapıyı açmak izin uzatıp havada kalmış olan elide menzil değiştirip bakışların olduğu tarafa yönelmişti. Ama bu sefer daha büyük bir istekle uzanıp havada kalmıştı o el. Sevinçten parlayan gözleriyle ve havada kalan eliyle bakarken o ilahi sanata, EBRU ya, uzaklardan bir ölümsüz ses daha peyda oldu, kitlenmiş diline tercüman olup bu sefer sadece odada değil tüm evrende yankılandı;


"… Sen de başını alıp gitme ne olur
NE OLUR TUT ELLERİMİ
Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar
Ve hiçbir şey istemedim
Seni istediğim kadar
Sen de başını alıp gitme ne olur
Ne olur tut ellerimi,
NE OLUR, NE OLUR … "



ÖNCE " AŞK " SUYA DÜŞTÜ
SONRA " SU " AŞKA ….. ???????


--


Aşkımın coşkusunu sana yansıttığında, senin de bana aynı coşku ile karşılık vereceğini hissediyorsam, Hayatının en anlamlı şeyi, NE ? diye sorduklarında tereddüt etmeden senin adını verebiliyorsam, Sen beni için vazgeçilmez olmuşsun demektir…!

********************************************************************************​***********************

oysa ne çok istemiştim tutuşup seninle el ele
yürümeyi korkusuzca sonu bilinmeyen yolların gecesine
Ankara da bir gece belki de İzmir de ne farkeder ülkemde bir yerlerde işte

İhtilaller yaşamalıydık seninle iki ayrı yürek tek beden de
ve gecenin bir yarısı çorbacıda almalıydık soluğu
sen çalmalıydın sonra aşk şarkılarını ben fallar tutmalıydım rastgele
üsümüş nuraması yapıp sokulmalıydım sana usuldan sinsice
munzurluğa doymalıydım o sığınamadığım usul kollarında iyiden iyiye...

__Olmadı yapamadı(k)m başaramadı(k)m... Affet! Ben Affettim...__

Msn : orhozbek@hotmail.com

--
Bu mesajı şu gruba üye olduğunuz için aldınız: Google
Grupları "ÖYKÜSEL" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : {oykusel@googlegroups.com}
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin:
oykusel+unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için,
http://groups.google.com.tr/group/oykusel?hl=tr?hl=tr adresinde bu
grubu ziyaret edin