Yağmurlar yağarken bir akşam üstü… bir şarkıdan aldığım bir mısra… bu basit beş kelimelik söz bana ne çok şey hatırlattı, ne acayip zamanlara götürdü ahh… Henüz hayat merdiveninin ilk basamaklarına bastığım o zamanlara… İlkokula yeni başladığım o ilk zamanlara… devam ettiğim o uzak, o ulaşılmaz, o dağ başlarına mahkum ilkokulun camından endişe ve korkuyla çiseleyen yağmuru seyrettiğim, çakan şimşeklerden ürktüğüm, o artık geride kalmış, mazi olmuş, unutulmaya terkedilmiş vakitlere götürdü beni bu küçük, bu masum, bu sade mısra…

Yağmurlar yağarken bir akşam üstü… siyahi bulutların ansızın toplandığı, korkunç şimşeklerin yeri göğü zangır zangır titrettiği, zenci karanlıkların saniye saniye yer yanı sardığı, uzak köylerdeki evlerin hazin ışıklarının titreşmeye başladığı o yürek burkucu akşamları benim için daha bir korkutucu ve endişe verici kılan şey, son ders zilinin çalmasının hemen sonrasında çamurlu yollara koyulup, yağmurla birlikte su seviyesi boyumu aşan dereyi geçip, patika yollardan belki de 5 km uzaklıkta bulunan evimize nasıl gidebileceğimi düşünmemdi…

Yağmurlar yağarken bir akşam üstü… halbuki nasıl da romantizm kokan bir durum değil mi… bir akşam üstü pencere kıyısındaki koltuğa yaslanıp, cama vuran yağmur damlalarını seyretmek, henüz yerle buluşan damlaların kaldırdığı toprak kokusunu içine çekmek, yağmurlarda ortaya çıkan sığırcıkların o hazin ancak heyecan verici kesik ötüşlerini duymak… olumlu şartlarda bir sevinç ve mutluluk vesilesi olan yağmur demek ki bazıları için bir endişe ve korku sebebi olabiliyor…

Çok değil, bundan bir hafta kadar önce her iki durumu da birebir ve ard arda yaşayınca bu yazıyı kaleme dökmeme vesile olan ilham da tüm benliğimi sarmış oldu… şöyle ki, şu anda bulunduğum şehre gelmek üzere evden ayrılırken saatler artık akşamüstünü gösteriyordu… Amik Ovası’nın o insanı kendinden geçiren yeşilimsi manzarasından, Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız sarımtrak düzlüklerine geçiş yaptığım sıralarda arabanın camından sızan sarışın güneşin elveda demeden ansızın kaybolduğuna şahit oldum…

Saate baktım… hayır, güneşin batma saatine daha vardı… başımı arabanın camından hafif uzatıp yukarıya göz attım… eyvah… birkaç kara bulut, adeta kaşlarını çatmış, acele edercesine birbirine yaklaşıyor, korkunç akibetin ipuçlarını haber veren alametler misali insan yüreğine bir kasvet ve sıkıntı çökmesine sebebiyet veriyordu…

O ana kadar bir cetvel misali uzanan yolların tesiri altında adeta hipnoz olmuş bir halet-i ruhiye içerisinde seyreden ben, doğanın bu ani değişimi karşısında belki de ilkokul birinci sınıfta son dersteyken pencereden dışarıya baktığımda şahit olduğum ve beni acayip etkileyen o şimşek, yağmur, titrek ışık üçlüsünün zihnimde yarattığı travmanın yeniden etkinleşmesiyle müthiş bir korku ve sıkıntının tesiri altına girdim…

Acele ettim… gaza bastım… bir an önce kaçmak, kaçmak, kurtulmak istedim… Arabanın camları bana, yedi yaşımdayken son dersin bitişini haber veren zilin sesini beklerken dışarıya baktığım, dışarıda kopan fırtınayı endişe içerisinde izlediğim, o uzak, o ırak, o yalnız köy ilkokulunun sınıfının camlarını hatırlattı…

Şu anda bulunduğum kente 35 km kalmıştı ki… Birdenbire arabanın direksiyonunun sertleştiğini, gaza bastığım halde gitmediğini fark ettim… eyvah ne oldu acaba diyerek durdurdum arabayı… çıktım dışarıya… hava artık iyiden iyiye kararmaya başlamıştı… ince ince bir yağmur yağıyordu… kasvetli bir hava uçsuz bucaksız ovanın her yanına ağır bir kurşun misali çökmüştü… uzaklardan kurt mu sırtlan mı olduklarını çıkaramadığım hayvanların korkunç ulumaları duyuluyordu… ben korkunç bir ovanın ortasında yapayalnız öylece kalakalmıştım… en yakın yerleşim yeri 5 km uzaktaydı… uzak köylerin titrek ışıkları yavaş yavaş yanmaya başlıyordu… bulunduğum yol öyle ıssız idi ki yarım saatte bir ancak bir araba geçiyordu… üstelik yabancı bir ülkedeydim… dillerini bile bilmiyordum…

Arabanın ön kaportasını açtım… belki bir şey yapabilirim diye… ancak sadece bakabildim… ben ne anlardım ki… hemen telefonumu elime aldım… eyvah onun da şarjı bitmek üzereydi… tek çizgi kalmıştı şarj göstergesinde…

Araba onarımından anlayan bir arkadaşımı aradım… telefonu kapalı çıktı… tüm şansımı yitirmiş bir halde kendimi ürkütücü karanlıkların, akşamüstü yağan yağmurların, zangır zangır titreten şimşek gürültülerinin, giderek yaklaşan sırtlan sürülerinin kucağına salmak üzereydim ki, aniden bir motorsiklet sesiyle kendime geldim… hemen yanımda duran motorsikletin üzerinde bir genç, önünde oturan 2 yaşlarındaki oğluyla bana bakıyordu… ne oldu dercesine…

Derdimi anlatmaya çalıştım… Köye gidip tamirci getireceğini söyledi… ben bu arada kalan son şarj kırıntısı da bitmeden diğer arkadaşlarıma ulaşmaya çalışıyordum… sonunda birisine ulaşabildim… yerimi tarif ettim… yarım saat sonra hem tamirci hem de arkadaşım geldi… uğraştılar ancak arabayı çalıştıramadılar… bunun üzerine çağırdığımız bir çekici gelip arabayı kente götürdü….

İşte böyle… ben akşamüstü yağan yağmurların gazabından kaçtıkça bu gazap öyle veya böyle, yedi yaşında veya otuz yaşında olmama bakmaksızın beni yakalıyor, yakamdan tutup iyice bir silkeliyor, beni hayatın ürkütücü yüzüyle tekrar tekrar karşı karşıya getiriyor…

O yüzden korkuyorum akşamüstü yağan yağmurlardan…