Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirligini, pismanlıgın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin kırılganlıgını.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çaglayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiligini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlasıveren, kalınlastıkça da ruhumuzu sagırlıga hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlıgımız üzerine kurdugumuz sırça sarayın yıkılısını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilisine denk düser hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze tasıdıgımız anlar. Pismanlıgın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlıgı utançla tanıstırır bizi. Utançla tanıstıgımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla bulusuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdigimizle çarpısmak gibi köse basında; defterler kitaplar dagılırken havada, kalpler bulusur, gözler el ele tutusur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıstırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bagıslanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.
Hiç istemeden olmus gibi, kaza ile degmis gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarısların kıpırtısını baslatır hatalar. Yagmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulagının dibinde fısıltılı hesaplasmalara çagırır bizi pismanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdıgı gibi, utanabilir oldugumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, basımız öne egilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyası dökeriz. Müsfik bir baba gibi teselli eder bizi pismanlıgımız:
“Aglıyorsun ya iste; o isi yapmayı yakıstıramadın kendine. Sen elinle ettiginden fazlasısın. Sen bile isteye ettigin günahtan daha yukarıdasın…”
Kucagımızda hiç durmadan aglayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pismanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Aglasın. Sızlansın. Daglasın gögsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktıgımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pismanlıgın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi?
Ya pismanlıgın sızısı hiç yapısmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?
Iyi ki öyle... Kaynagı saptanamayan agrılarda hastalara, kural geregi, agrı kesici verilmez. Çünkü agrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, agrının odagını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.
Pismanlığın da soguk sert taslar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kıslar gibi soguk buzlar düsürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köse bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. Ilk fırsatta, saati geri alma telasına düsmek, takvim yapraklarını yerine yapıstırma telasıyla yanıp tutusmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmıs adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.
“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli bos döndügümüzde, “illâ O” diyecek çaresizligin dizi dibine oturtmalı bizi pismanlıgımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurlulugumuzu ve günahkârlıgımızı sefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç kosulsuz affedilecegimiz kapının esiginde umutla ve gözyasıyla oturabilmeyi ögretmeli bize pismanlık. Kimselere diyemedigimiz sırlarımızı kabugunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucagına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pismanlık gögsümüze sarıldıgında. Ne kadar çok hata etmissek etmis olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliginde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu gögsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pismanlıgımız.
Sevapça hiçbir sey edemedigimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacagını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müsfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pismanlıgımız ögretir bize..
O tatlı Sebnem Ferah sarkısı gibi, “Sil bastan baslamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil bastan sevmek gerek bazen. Her seyi unutarak, yeni bastan sevmek gerek.”
Sil bastan baslama telasıyla affın boynuna sarılırız pismanlıgımızla. Sil bastan sevildigimizi ummak adına rahmetin kucagına bırakırız gözyasımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, aglayan gözümüzle, titreyen dudagımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pismanlıgımız. Ya hiç olmasaydı pismanlıgımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Agrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi
--
Arkamdan konuşup adımı batırmaya çaLışacağınıza kendi adınızı battığı yerden kurtarın
http://hazirangunesi.blogcu.com
Bu mesajı şu gruba üye olduğunuz için aldınız: Google
Grupları "ÖYKÜSEL" grubu.
Bu gruba posta göndermek için , mail atın : {oykusel@googlegroups.com}
Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin:
oykusel+unsubscribe@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için,
http://groups.google.com.tr/group/oykusel?hl=tr?hl=tr adresinde bu
grubu ziyaret edin